Haksız Yönetime Karşı Tembellik Hakkı

HENRY D. THOREAU / PAUL LAFARGUE


 Bir yurttaş, vicdanını bir an için ya da bir nebzecik olsun yasacının eline bırakmalı mıdır? Bırakmalıysa, neden bir vicdanı var öyleyse? Bana kalırsa, önce insan olmalıyız, sonra da uyruk. Doğruya olan saygımız ölçüsünde yasaya saygı beslemeye özenmemeliyiz. Boynumun borcu saydığım tek şey, doğru bildiğim şeyi her istediğim zaman yapmaktır. Yasa, insanı azıcık olsun doğru yapmaz hiçbir zaman. En iyi niyetliler bile, yasaya olan saygıları yüzünden, Tanrının günü haksızlıklara araç olmaktalar.
Yasaya karşı beslenen yersiz saygının bir sonucu olarak, bakıyorsunuz, tabur tabur asker, albay, yüzbaşı, onbaşı, er, topçu yamağı sürü sepet, eşsiz bir düzen içinde dere tepe demeyip savaşa koşuyorlar, hem de istekleri dışında, sağduyu ve vicdanlarına karşın. 
Ama, genel olarak, iyi yurttaş sayıldıkları bile oluyor böylelerinin. Başkaları, örneğin yasacılar, politikacılar, hukukçular, papazlar, yüksek memurlar Devlet'e başlıca kafalarıyla hizmet ederler. Ama iyiyi kötüyü birbirinden ayırt etmedikleri için, Tanrı'ya hizmet ettikleri gibi, farkında olmadan, şeytana da hizmet ederler.
 Beri yandan, bir avuç insan, örneğin kahramanlar, yurtseverler, din şehitleri, geniş anlamıyla yenilikçiler ve gerçek adamlarsa Devlet'e vicdanlarıyla hizmet ederler, çok kez de ona karşı gelirler, ister istemez. Genel olarak Devlet onlara karşı düşman gibi davranır. Bilge kişi yalnızca insan olarak yararlı olabilir, yoksa, daha canlıyken "bir yığın toprak" olup "delik tıkamaya" (2) yanaşmaz; bu işi kirine pasına bırakır, çekip gider:
Ben soylu kişiyim, boyunduruğa gelemem
Baştakilere yamak olamam
Alet uşak olamam kimseye
Dünyanın hiçbir Devlet'inde (3).
Bütün varlığıyla kendini benzerlerine adayan insan, yararsız ve bencil görünür gözlerine onların. Ama kendini yarı buçuk adayan kimseninse, iyiliksevere, insan dostuna çıkar adı.

Ahlak sorunları üstünde birçoklarınca yetkili sayılan Paley (5), kitabının "Devlet yönetimine boyun eğme ödevi" adlı bölümünde, bütün sivil ödev sorununu geçiştirici yollarla çözümlüyor ve şöyle diyor: "Bütün toplumun çıkarı gerektirdiği sürece, halka zarar vermeden, kurulu yönetime karşı konamıyor ya da bu yönetim değiştirilemiyorsa, o zaman, kurulu hükümete boyun eğmek Tanrı'nın istemi gereğidir; yoksa değildir."
 - "Bu ilke kabul edildi mi, her karşı koymanın doğruluğu, bir yandan tehlikeyle zararı, öte yandan bunları onarma olanağını ve giderlerini hesaplamaya varır." Paley'e göre, her insan bu hesabı kendisi için yapar. Ne var ki, Paley, geçiştiricilik kuralına girmeyen, halk kadar tek tek insanların da, ne pahasına olursa olsun, haklı davranması gerekli olan durumları hiç düşünmüşe benzemiyor. Boğulmak üzere olan bir insanın tutunduğu kalası elinden çekip alırsam, geri vermem, öleceğimi bilsem yine de geri vermem gerekir onu. Paley'e göreyse, hiç de yerinde bir şey olmaz bu. Ne var ki, böyle bir durumda canını kurtarmak isteyen kimse sonunda yitirir onu.

Altınlar sırmalar içinde bir orospu Urbasının kuyruğu eller üstünde ama ruhu çamurlar içinde.
 Binlerce insan var ki, kafaca köleliğe de, savaşa da karşıdırlar, ama yine de bunlara bir son vermek için bir şeycik yapmazlar. Peki, namuslu ve yurtsever bir insanın piyasa fiyatı nedir? Buna karar veremezler, üzülürler, kimi zaman da bunu Devlet görevlilerinden öğrenmeye kalkarlar; ama ciddi ve etkili hiçbir şey yapmazlar. Üzüntüleri uzun sürmesin diye, başkalarının kötülüklere çare bulmasını iyi niyetle beklerler. Olsa olsa, doğruya haklıya yalnızca şöyle bir oy verir, hafif tertip onu destekler, yanından geçerken de yolun açık olsun derler, o kadar. Bir tek erdemli insana karşı dokuz yüz doksan dokuz erdemli geçinen insan vardır. Ama bir şeye gerçekten sahip olanla anlaşmak, o şeyi geçici olarak elinde bulunduranla anlaşmaktan çok daha kolaydır.

 Doğruya oy vermek bile, doğru uğrunda bir şey yapmak değildir. Yalnızca doğrunun üstün gelmesi yolundaki isteğimizi insanlara az buçuk duyurmaktır bu. Akıllı bir insan, doğruyu ne raslantıya bırakır, ne de onun çoğunluk kanalıyla üstün gelmesini ister. İnsan yığınlarının davranışında pek az erdem vardır. Çoğunluk, eninde sonunda, köleliğin ortadan kalkması için oy verirse, köleliğe karşı ilgisiz olduğu ya da kendi oyuyla ortadan kaldırılacak pek az kölelik kaldığı için verir. O zaman da asıl kendisi köle olur. Yalnızca kendi oyuyla özgürlüğünü kanıtlayan kişinin oyu köleliğin ortadan kalkmasını çabuklaştırabilir.

Bir insan salt düşünceyle yetinsin ve onun keyfini sürsün, olacak şey mi? Kendisi de haksızlığa uğradığına inanıyorsa, bu düşüncenin keyfini sürebilir mi? Komşunuz sizden borç adı altında bir dolar sızdırsa, ne aldatıldığınızı bilmekle ya da "Beni dolandırdı" demekle yetinip kalırsınız, ne de size olan borcunu ödemesi için yalvarıp yakarmakla. Paranızı geri almak için hemen harekete geçer, bir daha da aldatılmamaya bakarsınız. İlkeden, hakkı kavrama ve yerine getirme ilkesinden yola çıkan davranış, durumları ve ilişkileri değiştirir. Bu davranış, özünde devrimci bir davranıştır ve bütün bütün geçmişte olana bağlı değildir; yalnızca devletlerle kiliseleri birbirinden ayırmakla kalmaz, aileleri, hatta insan tekini bile (şeytansı ve tanrısal yalanlarını birbirinden ayırarak) ikiye böler.

Haksız bir takım yasalar vardır. Onlara boyun eğmekle yetinelim mi ya da onları değiştirmeye çalışalım, değişinceye kadar da boyun eğelim mi; yoksa hiç beklemeden çiğneyelim mi onları? İnsanlar, böylesi bir yönetim altında, genel olarak, şöyle düşünüyor ve şöyle diyorlar; "Çoğunluğu, yasaların değişmesi gerektiğine inandırıncaya kadar bekleyelim." Yasaya karşı gelirsek deva derdin kendisinden daha beter olur diye düşünüyorlar. 
Soğuğa, açlığa, rüzgâra, dalgalara böylesine inatla karşı koymuyor, buna benzer binlerce zorunluluğa da sessiz sessiz boyun eğiyorsunuz. Başınızı ateşe sokmazsınız elbet. 

Ama yukarıda sözünü ettiğim gücü tam anlamıyla kaba bir güç değil, bir bakıma insan gücü saydığım ve milyonlarca insanla cansız nesneler gibi değil yine milyonlarca insan gibi ilişki kurduğum sürece, öyle sanıyorum ki, önce bu milyonlarca insandan hemen onların yapıcısına, sonra da bu insanlardan yine insanlara başvurulabilir. Ama eğer, başımı bile bile ateşin içine sokarsam, ateşe ya da ateşi yapana başvuramam. Bu işte kınasam kınasam yalnızca kendimi kınayabilirim. İnsanları oldukları gibi kabul etmeye ve onlara bu yolda davranmaya (bir bakıma, onların da benim de olmamız gerektiği yolundaki isteklerime ve umutlarıma göre değil) hakkım olduğuna kendimi inandırabilsem, o zaman, iyi bir Müslüman ve kaderci gibi her şeyi olduğu gibi kabul etmekle yetinir ve Tanrı böyle istiyor, demeye çalışırdım. Ayrıca, bu güce karşı koymakla kaba ve doğal bir güce karşı koymak arasında şu ayrılık var: Bu güce daha etkili biçimde karşı koyabilirim, ama Orpheus gibi, kayaların, ağaçların ve hayvanların özünü değiştirmeyi umamam.


SEÇME PARÇALAR
Bir insanı, haksızlık yaptığına inandırmak istiyorsan, sen kendin haklı davran. Ama onu inandırmaya çalışma. İnsanlar gördüklerine inanırlar. Bırak görsünler.
*
Gereğinden çok ahlaklı olma. Yaşamda pek çok şeyden yoksun bırakırsın kendini. Ahlakın da üstünde olsun gözün. Yalnızca iyi olmaya değil, bir işe yaramaya bak.
*
Çalışkan olmak elvermez - karıncalar da çalışkandır. Ne için çalışıyorsun, amacın ne, onu söyle!
*
Herkes için yalnızca bir tür besinlik yoktur. İşlettiğiniz yetilerinizi beslemelisiniz ve besleyeceksiniz. Bedence yorulan işçi, kafaca yorulan bilginin istediği yiyeceği istemez. İnsanlar, hayvanlar gibi, çılgıncasına çalışmamalıdırlar. Ama, insanın hem bedeni hem kafası işlemeli, elinden geldiği ya da olabildiği kadar hem çalışmalı hem dinlenmeli; o zaman, çalışma öyle bir duruma gelir ki, beden acıkınca kafa da acıkır ve aynı besin ikisine de yeter. Yoksa, fazla çalışan bedenin yitirdiği enerjiyi yerine koyan besin, çalışmayan kafayı baskısı altına alır, yozlaşan bilgin de bütün besinleri bayağı, köle gibi çalışanların yaşamını normal görmeye başlar.
*
İnsan ekmeğini alnının teriyle kazanır, burası doğru; ama alnının ardındaki kafasının teriyle de kazanmalı ekmeğini. Bedeni ancak beden besleyebilir. Ben yaşamımda pek az ekmek tattım. Tattıklarım da çoğu zaman hayvan yemi, posa gibi şeylerdi. Kafayla yüreği besleyen ekmeğe gelince, hemen hiç tatmadım. Zenginlerin sofralarında bile bir tanecik olsun bulamazsınız ondan.
*
Ekmeğimizin ekşimiş, sindirilmesi güç olması gerekmez. Doğa akıl için neyse, beden için de o. Düşlem gücümüzü beslediği gibi bedenimizi de besler. Çünkü, ne dediğini bilir ve dediğini yapmaya hazırdır. Doğa, yalnızca ozanın gözünde güzel değildir. Yalnızca gökkuşağı, güneşin batışı güzel değil, insanın karnını doyurması, sırtına bir şey giymesi, bir dam altında oturması, doğru dürüst ısınması da güzeldir. Bunlar da insanı esinleyebilir. İnsanın yaşamından atılamayacak hiçbir kaba ve iğrenç şey yoktur. Ömrümüz boyunca, düşlem gücümüzün bulup çıkardığı bütün kusurları da düzeltmeye çalışmalıyız. Gökler ne kadar derinse, bizim özlemlerimiz de o kadar yüksektir. Bir ağaç ne kadar boy atmayı özlerse, kendine o kadar yüksek bir atmosfer bulur. Her insan, hemen hemen karşı konmaz bir güce kafa tutmalıdır.
*
İnsan olmayı göze alabilen bir adam nasıl güçsüz olur? En körpe bitki bile en sert toprağı ve kaya çatlaklarını zorlayıp boy atar. Ama bir insana gelince, hiçbir maddesel güç duramaz karşısında onun. Ciddi bir insan, ne büyük bir kama, ne korkunç bir tokmak, ne yaman bir gülledir! Karşısında durabilene aşk olsun!
*
Bir insanın iyi ya da kötü olması önemlidir. Yaşamı, doğru ya da eğri olabildiği gibi, bir yüzkarası ya da bir onur olabilir onun için. İyi insan kendini kurar, kötü insansa yıkar.
*
Her ne yaparsak yapalım, inançla yapalım (eğer çekingensek, o zaman da, çekingen davranalım), daha fazla ışık beklemeksizin, gerektiği kadarıyla yetinelim.
*
Eğer bir insan tutacağı yol konusunda duraksamalar içindeyse, olduğu yerde kalsın, kımıldamasın. Bırakın, kuşkularına saygı göstersin. Çünkü, kuşkularda da tanrısal yanlar olabilir. İnancımızın az olması hayıflanılacak bir şey değildir, ama asıl hayıflanılacak yanımız, hiçbir şeye bağlı olmamamızdır. İnanç bir şeye bağlılıkla kazanılır.
*
Çoğu insan, bir bakıma özgür olan bu ülkede bile, salt bilgisizlik ve yanılgılar yüzünden, bir takım ıvır zıvır, bayağı günlük işlerle boşuna uğraşıp duruyor, yaşamın en güzel meyvelerini toplayamaz duruma geliyor. Parmakları, çalışa çalışa bu meyveleri koparamayacak kadar beceriksizleşiyor. Bugünün çalışan insanı, günlük yaşayışında gerçek bütünlüğünü kazanıp elde tutmaya vakit bulamıyor; insanlarla insanca bağlar kurup sürdürmeyi göze alamıyor, onun için de, emeği piyasada değerini yitiriyor. Hiçbir şeye verecek vakti yok. Çünkü, bütün vaktini makine gibi çalışıp makineleşmek yolunda harcayabiliyor ancak. Dağarcığındaki az buçuk bilgisini kullanmak zorunda olduğuna göre, gelişmesi için giderilmesi gereken şeyi, yani bilgisizliğini nasıl anımsasın? Üstüne bir takım yargılar yürütmeden önce, boş zamanlar sağlayalım ona, bedavadan giydirip kuşatalım ve yürekten ağırlayalım onu. Yapımızın en güzel yanlarını özenle ele alarak uzun ömürlü kılabiliriz, tıpkı meyveye duran çiçekler gibi. Ama, biz ne kendimize, ne de başkasına karşı böylesine bir sevgiyle davranmıyoruz.
*
Gerçek bir yaşam sürmeye kalkmak, tıpkı uzak bir yolculuğa çıkmak, dört bir yanımızı, git gide yeni sahneler, yeni insanlarla çevrili görmektir. Eski günlerimden kopamadığım sürece, gerçek anlamda yeni ve daha iyi bir yaşam sürmediğimi bilirim. Dış görünüş, iç yaşamımızın dışıdır yalnızca. Giysiler insanların içini gizlemez, dışa vurur. İnsanlar kendilerinin gerçek giysileridir.
*
Her türlü değişme, üzerinde düşünülmesi gereken, her an olagelen bir mucizedir. Konfüçyüs şöyle der: "Bildiğimizi bildiğimizin, bilmediğimizi de bilmediğimizin ayrımında olmak, gerçek bilginin ta kendisidir." Bir insan düşlemindekini aklına uygulayabildi mi, o zaman, herkes yaşamını bu temel üzerine kurabilir ergeç.
*
Geçen gün bir gemiyle birlikte suya gömülenlerin birkaçı paranın ağır bir nesne olduğunu anlayıvermişler birden. Paranın ağırlığıyla övünen insanı düşünün. Sanki insanı pek çok zenginleştirmiş böylesine para! Okyanusun ortasında, sırtında bir çuval altın, çırpınıp duran bir insan son soluğunda: "Ben yüz bin dolarlık adamım" diye bağırabilirmiş sanki! Ben insanların karada da boşu boşuna, hem de daha da umutsuzcasına çırpındıklarını görüyorum. Birinci durumda insanlar boğulmaktansa çuvalı suya bırakıyorlar; ikincide ise bırakmıyor, tutuyorlar onu, sonra da batıyorlar onunla birlikte, hem de şaşmamacasına.
*
Hintliler dünyanın bir fil, filin bir kaplumbağa, kaplumbağanın da bir yılan sırtında durduğunu sanırlarmış. Her ne kadar önemli bir raslantı değilse de, şunu söylemek yerinde olacak. Son zamanlarda Asya'da bir kaplumbağa fosili bulmuşlar, mübarek sırtında bir fil taşıyacak kadar büyükmüş. Doğrusunu isterseniz, zaman ve gelişme düzenini aşan bu korkunç düşler hoşuma gitmiyor da değil. Bunlar aklın en yüce oyalanmalarıdır. Keklik nohuttan hoşlanır ama, kendisiyle birlikte tencereye atılan nohutlardan değil.
*
Törelerimiz ermişlerle sıkı ilişkiler yüzünden bozulmuşlardır. Peygamberler insanın umutlarını güçlendirecek yerde, korkularını yatıştırmışlardır daha çok. Başlı başına bir nimet olan yaşamın yalın ve içten bir övgüyle karşılandığına pek raslayamazsınız. Başkalarının sağlığı ve başarısı, benden uzak olsalar da, ferahlık verir içime. Hastalık ve başarısızlık, ne denli olağan gelse, yine de üzer beni. Onun için, insanlığı ilkel bir takım yollardan diriltmek istersek, önce doğa kadar yalın ve iyi olalım, alnımızın üstündeki bulutları dağıtalım ve iliklerimize kadar yaşam sokalım...
PAUL LAFARGUE



Dönemin dışında politik anlamını yitiren metinler olsa da, içlerindeki enerji ve argümanların zenginliği kesinlikle okumaya değer kılıyor. Bugün tembellik hakkı ve işçinin 3 saatten fazla çalışmamak için devrim yapması, ve yapmayanların da bilinçlendirilmesi gereği belki sadece mizah unsurudur. Teselliler üzerinde yaşayan tombul vicdanlarımız 'en azından düşünülmüş olması da güzel' diyor.Bizler artık çarkın dönmesini sağlayacak gress yağı olmayı tüm varlığımızla isteyen insanlarız. Sömürülmek demekte bir sakınca olmayan koşullarda çalışmak iin özgür irademizle dilekçeler verip, yarışıyoruz. Alternatifinin sadece ticaret ya da dilencilik olduğunu düşünerek. Çocuklarımıza konaklar bırakmak derdinde değilsek, neden karnımızı doyurmakla yetinemiyoruz? Seyahat ederken neden güvenlik ve konfor arıyoruz? 
Gündeme gelmesinden çok etkilendim. Bu beni duygusal refleksleri olan bir .. yapar belki, belki yapması doğrudur.Hadi tembellik hakkımızı ilan edelim deseydim de duygusal, heyecanlı ve daha göreceği çok şey olan bir genç olarak tanımlanırdım. Bu göreceği çok şey, yılmak demektir aslında. Yılmadığımızdaysa, Don Kişot olarak tanımlanacağız.( Bu arada ancak bu şekilde yazmayı kabul ediyorum.) Tanımlar önemsizdir ise, toplum daha önemsizdir. Toplum için kendimizi adayacaksak, bu ülkü dahilinde anlaşılır çabalar vermek gerekir. Babanız,gelecekteki iyiliğiniz için sizi zorladığında, o şey babanızın amacına eriştiğinde babanız bir kahraman olur. Ancak aksi durumda, sizi zorlayan ve özgürlüğünüze saygı göstermeyen bir zorba olacaktır insanların ve evladının gözünde. Toplumun babalara ihtiyacı yok. Bırakın ne hak ediyorlarsa onu yaşasınlar. Gelecek... dünyanın geleceği mahfolacakmış..Olabilir. Demek ki gereken ve hakedilen budur. Küresel ısınmayla boğuştuğunu söylüyor insanlar. Kuaternerde bunun yaşanacağını biliyor olmalılar. Dünya daha önce de pek çok kez buzul çağlarına girdi ve tekrar çözüldü. Bu süreç insanoğlunun yaşamından çok daha uzun olduğu için kabullenemiyoruz belki. Birey olarak ölümü reddettiğimiz gibi, insanlık olarak küresel ısınmayı, toplumsal olarak da savaşları  reddediyoruz. Silahlar üretiliyorsa savaş çıkacaktır. Marlbro man ve absolut şişesi var oldukça ve viski zenginliği sembolize edip, arabalar saatte 300km ye çıkıyorsa, insanlar içki ve sigara içecek, hızlı araba sürecektir. Kanser ya da trafik kazasından ölmezse insanlar, kimse ölmezse dünyada, ve durmaksızın yenileri gelirse elbette dünya dönemez. En azından akış içinde yolunuzu seçebilirsiniz. Yolda olmamak mümkün değilse ve yolun bir sonu varsa, manzarasını ve birlikte gittiğiniz insanları, araçlarınızı seçebilirsiniz. Tembellik hakkınız var. Buyrun. Kimse mecbur değil aslında. Sadece sokakta uyumak zorunda kalır ve askıda ekmek uygulamasından yararlanırsınız. Aşevlerinden karnınızı doyurdukça yemeğin ve şükranın büyüsüyle artık sorgulamaz ve daha çok uyursunuz. 
Bence vazgeçebileceğimizi unutmadan yaşayalım yeter. Tembelce ya da köle gibi, sömürülerek ya da onurlu ve aç.. yasalara uymak hatta yaşamak dahil olmak üzere, her kararımızda özgürüz. Sadece bedelleri daha ağır olabilir.

Yorumlar