"ŞEY"

Biyografiyi kronolojik okumak isterim. Ama yaşam bir öyküyse örgüsü balıksırtı olsun derim. 
Aynı kitabı bir kaç kez okumak keyifli oluyor. Ne çok ifadeyi gözden kaçırdığını görmek "haaaa" efekti eşliğinde kendini tren yoluna bakarak samandan süt imal ettirir gibi hissettirse de, yüreğindeki sızı zihninde sapkın bir hazza dönüşüyor. Lan ne malmışım demiyoruz, yazık gözlerim ne güzel de körmüş sözleriyle ifade ediyoruz mesela kaçırdığımız satıraralarını..

Işıksız ve bazı yerlerde su sızıntıları olan küçük bir mağara bulmuştu. Kimsenin ne kadardır orada yaşadığını anımsamayacağı kadar orada saklanıyordu. İçinden tavşan ya da güvercin çıkmayan bir şapkanın altında bir tay saklamıştı aslında. Ama şapkadan çıkan küçük parmakları, onu Addams Fammily'deki Şey'in smokinli hali gibi gezdiriyordu. Parmacıklar ve kocaman bir şapka. Su sızıntısı şapkada mıydı yoksa yuvasında mı bilen yok. Ama şapkasında yaşadığını öne sürenler de vardı. 

Parmaklarıyla usul usul çıkıyordu. Onu ilk yağmurdan sonra gördüm. O günlerde yağmurdan sonra salyangozlara bakıyordum. Kabuklarındaki eşszi desenler beni benden alıyor azizim. O müthiş toprak ve ozon kokusunu ciğerime ve becerebilirsem yüreğime kadar çekmeye çalışırken ağaç gövdelerinin ıslanmış kısımlarına elimi koyup serinliyor; yapraklarda yağmurdan kalan damlaları  görebilirsem, altlarına geçip kafama düşmelerini bekliyordum. Biraz salak gibiydim ama çok mutluydum. Ne halt ettiğim anlaşılmasın diye telefonda konuşuyor gibi yapıyordum. Oysa salyangozları seyretmek gerçekten harika bir aktiviteydi. Aklıma harun yahya belgeselleri gelince o seslendirmeci tonuyla galapagos ejderine gönderme yaparak, tekrar desenlere odaklanıyordum.

Salyangozlar ve yapmur sonrası ambiyansıyla oynaşmalarım tüm ciddiyetiyle devam ederken, o şapkasından parmaklarını biraz daha uzattı. Sanırım salyangozlardan daha fazla. Elleri vardı ve güzeldi. O andan sonra yağmurdan sonra hep onu izledim. İlginçtir ki, yağmur yağdığında onu görmek üzere sokağa attığımda kendimi, ilk ağaçlı ve huzurlu yere eriştiğimde artık onu bulabileceğim yerde, yağmur kesiliyor ve o güzel kokunun ardından yavaş yavaş bir aydınlık geliyordu. 

Ellerinin ardından, gözlerini gördüm. Videolar var internette izleyin efendim. Küçücük bir yerden çıkmaya çalışan insanlar, önce el ve kollarını, sonra başlarını dışarı çıkarır. Bu hırsızlar, ilüzyonistler ve Hindular için de aynıdır. Uydurmuyorum.

Gözlerini gördüm diyorum.. Aman tanrım. o kısmı harikaydı. Düşün tüm salyangozların desenlerini aynı anda hareket edebilir halde görüyorsun ve üstelik fonda eşsiz kar taneleri akıyor.. Öyle gibi.. Kirpikleri vardı,ve kaşları. Oralarda öykümüz masalsı bir dokuya geçiyor.

Bu şapkanın içinden kimi günler gözleri, kimi zaman diz kapaklarına kadar çıktığı olurdu. Saçlarını görenler dahi olmuş, öyle diyorlar.. Ama kabuk değiştirme zamanıymış galiba. Ne şekli ne rengi aynı kalmamış. Belki o yüzden görünmüştür. Sesini duyuruyordu. İç sesini duyan bile olmuş dediklerine göre. Ben o kısma pek inanmıyorum. Çok katmanlı bir yapısı vardı. Ayaklarını gösterdi, yere bastı ve yürüdü. Müziğe çok hızlı tepki veriyordu. Sanırım bunu herkes biliyordu. Ben pek geç anladım. O sıra çomakla dürtüyordum. Acaba ne yapınca canı yanıyor ve canı yanınca ne yapıyor diye ölümcül olmayan deneylerle uğraşıyordum. Aslında cebime koymaya çalışıyordum ama, yürürken çok güzeldi. O yüzden bi alıp bir bırakırken onu yoruyordum. Yine de cebimde ılıman bir iklim yarattığımdan olsagerek, şapkasına saklanmıyordu artık. Kimseler bilmez ama ben onu üryan görmüştüm. Çok ilginçti. . Kendi içini seviyordu, sık sık yuvasını özlüyordu. Bir yuva yapmak istedim. İçinde yaşayabileceği. Kendi kendine gazete küpürlerini kemirip, şevketi bostanla beslenebilirdi.
 
Hiç düşünmedim işte.. Bu şapkaya nasıl girdiğini. Daha önce bir yuvada mı yoksa yine tuzlu, yosun kokulu dalgalı bir kıyıda bira kadehinin halka şeklinde ıslak bir iz yaptığı bir şiir sayfasının rutubetli saman sarısı kıvrıklığında mı yaşadığını..

Bence bir zaman, şapkasından çıktı. Yuvasından bile açıldı diyebilirim. Evcilleşti demek yakışık almaz. Onun yabanıllığını da çok seviyordum. Zaten özgün ve özgür bir doğası vardı. İlginçtir ne kıskaç ne diken ne de zehri yoktu. Yani ben öyle biliyordum. Yoktu da gerçekten heralde. Sadece çok hızlı kaçıyordu. Zarar vermeyen bir savunma mekanizması vardı. Ama bence bu ani gidişleri oldukça acı vericiydi. Elimde kalan izi boşlukta ve rüzgarda yanıyordu. Dolaylı bir acıydı sanırım ama doğa böyle donatmış işte. 

Yavru hayvanların hayatta kalabilirliği ile ilgili yapılan bir çalışma, onların etrafa yaydıkları elektormanyetik bir aura nedeniyle "dokunulmaz" kılındıklarını ve yırtıcı hayvanların saldırısından bu şekilde korunduklarını ortaya koyuyor. Onun da değişik bir aurası vardı. Yaklaşabilenlerin ve çok yakın olanların ayrı şekillerde etkilendiği. Bilinçaltına nüfuz eden doğrudan duygular yaratıyordu bende mesela. Şapkasını kaldırıp onu üşütsem, rüyama giriyordu.

Şapka.. evet.. ne şapkasına ne de inine ne zaman ve neden girdiğini hatırlayan yoktu. Sürüsünden kopmuştu. Onu o kadar çok sevdim ki, sürüsünden neden ayrı olduğunu, niye kendi ikliminde flora ve faunasına uygun bir habitatta yaşamadığını hiç ona sormadım. Kendime de sormadım. Sorsam, ya onu yuvasına bırakmam gerekecekti ya da belki o şapkanın çok derin olduğunu öğrenmek zorunda kalacaktım. 
Sonra bir gün,  parkta çıpla ayak filmindeki efsanevi komik kavga sahnesinde yaşanan incelikli ve saçma diyaloglar serisini izledim. O da yanımdaydı.Sanırım yüzlerce kez izlediğim bir filmdi. Kulaklarımda çınlayan sesler, birbirini takip eden ve sadece kötü zamanlamalardan kaynaklanan garip problemler ortaya çıkarılıyordu. Ve en sonunda suni sebepler için gerçekçi bir gerekçe doğuruluyordu. Bu komedi değil de dram olsaydı yazık ki, aslında söylenmek istenen sorun dile getirilmediği için böyle komik mazeretlerden kavga etmeye çalışmışlar derdik.. Ama film elbette mutlu bitti. 

Galiba bu filmi izlerken o biraz etkilendi. Seslendirme mi ürküttü bilmiyorum. Cebime kaçtı. Cebimde şapkasına. Ben de bu kez dokunmadım. Sanırım suyu bitmişti ve ben o gün, onu kendime alıştırmaya çalışıyordum. Yani canımı yaktığında, canını yakmamak için sessiz kalacağımı görmesini istedim. Üstelik ona alışmıştım ve desteğine ihtiyacım vardı. Ama onun suya ihtiyacı vardı ve son zamanlarda canını yakmıştım.. Ben olayı böyle sandım...

Aslında bilmiyordum. Daha önce onun gibisini görmediğim için ne mevimini ne de öfkesini.. Ömrünü, doğurganlık dönemini, sürüsünden ayrı olmanın onun için ne demek olduğunu...

Kabuğundan çıkmasını sağlamıştım. Ama kabuğa neden girmiş olduğunu dedim ya, düşünmemiştim.. O beni terketti. Hızla. Önce şapkasına saklandı. Bir süre. Bence çok uzun bir süre. Elimi uzattım, ışığa tuttum, serine koydum, yağmur suyuna bıraktım... nafile... Çıkmadı.Bekledim.

Sonra şapka kayboldu.Hızla. 
Bir yağmur sonrası etkisinin hızlı yok oluşu gibi. Su birikintilrinin toprağın dibine çöküşü gibi gitti. 
Bekledim. Başka yağmurlar yağdı. Gelmedi. 

Şimdi uzak bir yerlerden sesini duyuyorum. Dedim ya sesini duyanlar oluyordu. Ama o yuvasında yaşarken çıkmadığı sokaklar, atmadığı adımlar, kullanmadığı araçlar, bulunmadığı ağlar...nedenini anlıyorum. Saklandığı aslında bir varlık değil, bir yokluktu. Kaçtığı belki, belki de hiç oralarda olmayan bir başka oyun arkadaşının yokluğundan ötürü yoktu o sokaklar.

Merkürün yönettiği şeyler hayatında yoktu, merkürsüzdü. Çünkü merkür onun venüsünü barındırmıyordu. Nasıl desem,içinden sensiz saadet neymiş tadmadım bilemem ki.. şarkısını söylüyordu sanırım. Ve sanırım, önceki oyun arkadaşı daha başkaydı. ve yine sanırım, yuvasız şapkasız ve üryan olmak hali, bir başka kuş kanadının hasretini düşürdü küllerine. Biz oyun oynarken, eğleniyordu evet. Ama uzun zamandır ilk kez tekrar günışığına çıkmıştı ve gün ışığı onda eski günleri çağrıştırdı. Belki onu şapkasında yaşamaya iten bir yokluğu. Açıkçası, çok önemsiz ve hiç sevilmemiş hissettim bunu düşündükten sonra.

Sonra, şapkasından çıktı.. 
Ve sonra yine geri gitti. Bu beni terk etmekti biraz, biraz da özlediğine dönmek. Bilmiyorum diz kapakları görünürlen ve yürürken ne düşünüyordu. Ben onu bu denli kırdım sanmıyorum. Ama bence o, "sevdiği için gelir, sevildiği için kalır" türünden birşeydi. Haliyle bu durum bir kalmayış değil, gidişti. Ne kadarı şapkadan çıkmayı denemek için çaba göstermek, ne kadarı sevmekti bilmiyorum. Dedim ya ben o sıra masalsı örgülerle ve hayallerle uğraşıyordum. Ona bir koltukta yuva yapacaktım. Büyük güzel bir koltukta. Ve yaşayabilmesi için daha steril bir ortam geliştirecektim. Bunlar bizim gibiler için zaman alan şeyler. Biz, geç anlıyoruz. Saygıyla cehaleti birbirine karıştırıp, üzerini de sevgiyle örtüyoruz. Sonra da bir türlü çözemiyoruz nasıl bu kadar kolay olduğunu.

Şimdi, yakınlarda tekrar yağmur yağacak. Ben onu düşünüyorum. Artık salyangozlar eskisi gibi gözümü boyamıyor ve her içime çektiğimde ozon kokusunu, onun yokluğu elimi yakacak.  Yine de, gidişini düşünmektense, nasıl bu kadar kolay gittiğini ve örgü içinde nasıl gözden kaçırdığımı gerçek renkleri hatırlamak daha iyi gelecek bana. Dedim ya, yazının kendisinde saklı özlem ve hayalkırıklığı. Ama metni birkaç kez daha okudukça, neleri nasıl göremediğimi farkedip biraz eğlenebileceğim kendimle sanırım. 


Yorumlar