Şu hayatın falanları filanları

O siyah- kara koca köpeği sevdin değil mi?
O milyonlarca sineğin sivrildiği, akın aşksız kara olduğu yakana mor bir karanfil taktın.
Öyle bir kırmak ki kalemi, arabası dört çeker, beyoğluna kum çeker'ler kabrini doldurur kağıttan gemilerimizin ancak yağmurla ıslanınca ölen mürettebatının.
Yağmuru bilirsin, ne kıymetliydi evvel-i ahir. Şimdi yağan sen değil, ıslanası ben değil.
Güzlerin kahkahasından taşan ve bazı hüzzam bulutların hüznünden süzülen gözyaşının adı;
yağmur kalmış ya hala,
benim halimi artık ancak "ıslanmak istememek" tabir olmuş. Gören öyle demiş, biz de ses etmemişiz.  O arabayı bilir misin çocuk? Fahriye abla mahalleden giderken ardından baktığımız arabaydı o senin dediğin.Düşündüğün gibi değil.. mi olmalıydı
Hıyar kasasına düşmüş kabak çiçeği gibi bir cümle yazıp meşini eskimiş kenef takunyası gibi ortalara çıkmak mı...
Susmak bir sarı domuz için evladır.

Düşün ki... diye başlayan cümleler kurmak, metin üzerinde çalışmalar yapmadan anlaşamamak, ölümcül hızla büyüme hevesinde, sonsuzluğa koşan taylar gibi çağrışımlar evreninde bir tesadüf balonunda yakalaşmak bir şapka içine konmuş tavşanlar gibi harikalar dünyasını arayan..

Horus'un gözü herşeyi bilir ve avucunun içine alır evreni. Vicdanın gece ve gündüz kapanmayan gözü Horus'un. O bilir diye umdum da, yanılmış, yanlış yakıştırmış. Belki de böylesini çirkin bulmuş da, onursuzluğu çirkinliğe yeğ tutmuştur. Bilemedim. Hasılı bitmemiş öyküleri tamamlamıyorum. Yarım kalan şiirlerin devamını getirmiyorum. Edebi anlamda bir editör için facia  ya da tersine belki tutarsızlıkta kaotik yaratıcı bir uyumluluk vardır da denebilir. Amma, ardımızda kalan ziller vişne lekesi gibi bırakmıyorlar peşimizi. Okulda, yürekte ya da midede.. Pavlov nasıl eğittiyse artık bizi. Unutamıyoruz eski reflekslerimizi. Bir de nar lekesi var. O.. ne çıksın ister, ne de hiç olmamışlğına geri dönsün. O nar lekesi gömlekte, o şiir yürekte saplı kalsın.
Sana gelme demiyorum ama git lavinya. Neleri unuttuğumu sen de bilme lavinya.

Kısaca hali ahvalimi anlatayım diye, Hayri İrdal ile konuştum. Bilirsiniz Hayri Bey de en az benim kadar taşkafa ve değişmeyi bilmez bir adamdır. İçmeyi bilir ama ekabir değildir. Halimi dedim de, derdim içimde kaldı. Haşmet İbriktaroğlu'na gittim. Bilirsiniz belki,  İstanbul'un eski kıymetli müflis beyzadelerindendir. Günde 2 paket Sipahi sigarası içer hala. Seyyar fotoğrafçı. Kendi deyişiyle "başına buyruk, iki- üç kuruş için hürriyetini satmayacağı" bir iş olsun diye mütevazi bir meslek işte.. Ne bileyim..c.'ye gittim.. Hatta saklandığı ağaç kovuğundan buldum da Selim Işık'a gittim. 

Bir sana gitmedim. Bir bana gitmedim.. 
Gerdanlığı, sigara dumanından taşan katre danteli ve ölüm ölüm ölümcül iltifatla kırılan lacivert kalemi baş üstüne, şapka altına kabul eder üstad. Sen söyle,  olsun öyle zerdüşt.. Ama sana bulutlarca baktım. Nasılı caizse öylesinden yolladım sıcak elizlerimi. O kara köpekte ellerim vardı. Aramızda bir ay vardı. Haşmet ve C. Kalmayacaksan gitme dediler. Olmaz dedim, doğru. Üstad nasıl diyor, "ah şu hayatın falanlari, filanları... işte onlardan sebep..Yapamazdık. Ben o 3numara klark çeken adamı meş'um koltuğun altına gömdüm. Onca derin bir sessizlikte gömülmeliydi ancak. Bir zaman sonra Zaten'lerle dirildi. Huma mıydı? küllerinden doğan kuş? Öyle birşey işte. Dirilmek için unutmaktı.   Sonrasında dünyanın kaç bucağını öğrendik. Ve sonrasında zaten yağmurlar başka oldu artık. Tuzsuz, kokusuz ve şiirsiz. 
Ondan da sonrası tamamen başka hikaye. Yani kırık kalem Müjgan değil veya Aysel yahut Fahriye.. En alafırangasından Tophane rıhtımından bir yeni hikaye.  

...öyle çıplaktın ki içinde şiirden başka hiçbir şey yoktu, gövden neyi hatırlatıyorsa ona inanıyorum, beni hatırılamasa da, biliyorum bazı uzaklıkların hiç mektup beklemediğini... 
bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini!

Yorumlar